Makaleler

Nil’de ‘İbrahim’ buluşması

Alışılagelmiş kitap başlıklarından uzun ama çarpıcı. İçeriğin çerçevesini çiziyor. 1970’li yıllarda Almanya ve Mısır eksenli sosyal ve siyasi gelişmelerle birlikte üç semavi dinin ortak yönleri işleniyor Karl-Josef Kuschel’in ‘Biz hepimiz İbrahim’in çocuklarıyız…’ Helmut Schmidt ile Enver Sedat’ın Karşılaşması – Nil’de Dinî Bir Sohbet adlı kitabında.

Kitabın yazarı Kuschel harabeye dönen bir ülkeyi ayağa kaldıran prototip bir siyasetçi profilini de çiziyor aynı zamanda.

Zira Helmut Schmidt Federal Almanya’nın sosyal demokrat ikinci başbakanı. Hükümetten ayrıldıktan sonra bile 30 yıl boyunca Almanya içinde ve dışında fikirleri önemsenen, Alman halkı nazarında en popüler siyasetçilerden biri oldu. Muhalif partilerden siyasetçilerin bile saygısını kazandı.

Schmidt Antik Yunandan günümüze birçok filozof ve düşünürün eserlerini okuyan, entelektüel birikimi olan nadir siyasetçilerden biri.

Böyle bir siyasetçinin din(ler)e bakışı elbette önemli. Yaklaşımları Avrupa’da din-siyaset ilişkisi açısından irdelenmesi gerekir. Kuschel, onun Hıristiyanlık anlayışının işlevsel, yani etik ve estetik bir karaktere sahip olduğunun altını çiziyor. Schmidt’in dine bakışı şöyle tasvir ediyor: Kısaca emirler, dualar, sosyal yardım ve müzikten ibaret bir din anlayışı. Çağdaş çerçeve içinde, Avrupa aydınlanmasının rengine boyalı bir profil olarak tevarüs ediyor. Modern toplum içinde değişik otonom gerçeklik alanları birbirinden ayrıldı. Din bu alanlardan sadece biri haline geldi. Yani 20. yy’da çok sayıda insan için “din” ne önemsiz hale gelip yeri seküler ateizm veya hümanizm tarafından dolduruldu, ne de bütün hayatı kuşatan ve biçimlendiren bir düzen haline geldi. Din sadece belli maksatlar için işlevsel olarak kullanılıyor. Böyle düşünen insanlar artık metafizik veya transandantal meseleleriyle de, “ölümden sonraki hayat” üzerine olan spekülasyonlarla da ilgilenmez. Böyle aydınlanmacı bir Hıristiyanlığın mümkün olduğu kadar az metafiziğe, mümkün olduğu kadar da çok pratik danışmanlığa, ruhsal teselliye ve merhamet bağlamında yoksullara, zayıflara ve hastalara yardıma ihtiyacı var.

Helmut Schmidt çerçevesini çizdiği böyle bir dine “saf aklın sınırları içinde” bir yer veriyor. Ki Schmidt’in düşünce dünyasını en fazla etkileyen filozof da Immanuel Kant’tır (1724-1804).

Sadece Kant değil Marc Aurel, Max Weber, Karl Popper und Hans Jonas gibi felsefecilerin de kendisini etkilediğini belirtiyor Schmidt. Bir başbakan düşünün bu kadar filozofun kitabını okumuş, sanattan müziğe derin değerlendirmelerde bulunabilecek kadar fiili ve entelektüel birikime sahip olsun. Dünya savaşı sonrasında yerle bir edilen Almanya’nın mucizevi dirilişi demek ki bu seviyede yöneticilerin sayesinde gerçekleşiyor.

Özellikle ihtiyaç zamanlarında belli bir dua ve müziği tercih ettiğini öğreniyoruz kitaptan. Zamanında Amerika’nın önde gelen ve etkin teologlarından Reinhold Nierbuhr’dan (1892-1971) aldığı ve çok önemsediği dua şöyle:

“Bana soğukkanlılık ver,

değiştiremeyeceğim şeylere tahammül edeyim;

bana cesaret ver,

değiştirebileceğim şeyleri değiştireyim;

bana irfan ver,

her ikisini birbirinden ayırt edebileyim.”

Schmidt’in müziğe aşinalığı çocukluğundan geliyor. Sadece pasif bir dinleyici değil, aktif olarak da çok iyi piyano çalıyor. Bach ve Mozart’tan çok etkilendiğini söylüyor. Bach’ın 1985’te 300. doğum yıl dönümü münasebetiyle müziğe bakışını şöyle özetliyor: “Rekreation. Bizim dilimizde bu dinlenme demek. Yaşasaydı bugün belki şöyle derdi: Müzik, insan ruhunun yenilenmesidir.”

Yani Helmut Schmidt’in Hıristiyanlık anlayışında dinin, hem fert hem de toplum açısından sınırları belli etik ve estetik bir fonksiyonu var: Değerlere yöneliş ve ahlaki pusula, nasihat, teselli, günlük hayatta ruhun dinlenmesi, zayıf ve hastalar için yardımlaşma.”

Die Zeit gazetesinde yazdığı bir yazıda (2.10.1987) inançla ilgili bir başka nokta: “Dünyada Tanrının iradesi dışında hiçbir şeyin olmadığına bugün de inanıyorum. Fakat dünyada her yıl savaşlarda milyonları bulan insan öldürüldüğünü duyuyoruz, Ausschwitz’den, Hiroşima’dan, Reisfeld’deki binlerce ölüm. Bütün bunlar, evet bütün bunlar Tanrının iradesi miydi? Milyonlarca Alman askeriyle birlikte ben de vatani görevimizi yerine getirdiğimize inanıyordum, biz hepimiz şimdi birbirimizle savaşarak Tanrının iradesini mi yerine getirmiş olduk?”

Kiliseyle arasına eleştirel bir mesafe koyan Schmidt, sözkonusu yazısından yıllar sonra Enver Sedat ile yürüttüğü dini sohbetlerle bu sefer içerikleri de dahil üç dine daha yakından ilgi duyduğunu anlatır. Sedat’ın vurguladığı tek tanrılı üç dünya dinindeki barış potansiyelinden ve Kudüs’ü ziyaret etme cesaretinden etkilenir. Sedat’ın dinlerdeki müşterek noktaların öne çıkarılması fikrine katıldığını yazar. Hatta Sedat’ın anlattıklarından hareketle Kur’an’ı Kerim ile diğer semavi kitaplarda geçen peygamberlerin hikayelerini kıyaslar, birçok benzerliklerin altını çizer. Kuschel, Schmidt’in kütüphanesinde üç farklı Kur’an-ı Kerim tercümesi tespit ettiğini, ama bunları okuyup okumadığının tam belli olmadığını belirtir.

Schmidt’in dinle alakalı düşüncelerinin yanısıra 70’li yıllarda etkili olan Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF) terör eylemleri ve NATO’daki gelişmeler de kitabın ilk bölümünde ele alınan konulardan.

© Helmut R. Schulze, Photography International

ENVER SEDAT’LA NİL’DE SOHBET

İkinci kısımda Enver Sedat dönemindeki Mısır hakkında ilginç bilgiler veriliyor. Sedat’ın İslam anlayışı yanında İsrail’e karşı yapılan dört savaş ve sonuçları değerlendiriliyor. “Ekmek İsyanları”ndan, Müslüman Kardeşlerin karşı çıktığı İsrail ile barış politikalarına kadar siyasi çalkantılar ele alınıyor. Dünya Bankası ve IMF yaptırımları nedeniyle hükümetin temel gıdalardaki fiyat desteğini çekmesi sonucu 18-19 Ocak 1977’de “Ekmek İsyanları” çıkmış, iki gün boyunca yüz binlerce Mısırlı dar gelirli sokak gösterileri yapmıştı. İsrail ile barış arayışları ise 6 Ekim 1981’de Mısır’ın Kurtuluşu günü kutlamasında bir grup askerin saldırısıyla Sedat öldürülerek suya düşmüştü.

Ancak barış veya çözüm süreçleri sadece politik değil, samimi olarak yürütüldüğünde mutlu sona ulaşılabilir. Mısırlı İslam bilimci Nasr Hamid Abu Zaid’in Sedat ile ilgili eleştirilerine bakıldığında kazın ayağı hiç de öyle değil. Ona göre Sedat “dini siyasi emellerine alet etmede ve dini sembolleri kamuoyu önünde kullanmada ‘usta’dır.” Abu Zaid olayın perde arkasını da şöyle yorumluyor: “Batı medyası Sedat ile ilgili tutumunda bir kere daha kendi çıkarlarına uygun olarak meselenin bir yönünü görmüştür. Batılı bakış açısına göre Sedat barış isteyen bir devlet adamıdır. Mısır’da yaptıkları kimseyi ilgilendirmiyor bile. Sedat’ın dini aşırılığı desteklediği ve İsraille barışı Ocak 1977’deki açlık isyanlarından sonra keşfettiği gözardı edildi Batı’da. (…) Sedat, 6 Ekim’de bizzat kendisinin güçlendirdiği gruplar tarafından öldürüldüğünde Mısır tek bir hapishaneyi andırıyordu. Artık aşırı kesimlerin güce ortak olmak istemesiyle arası tam bozuşunca öldürülmesinden bir ay önce bunların çoğunu hapse tıktı. Aynı zamanda bir gecede yüzlerce entelektüel insanı tutuklattırdı.”

Diğer bölümlerde ise bu konular değişik yönlerden işleniyor. Kasım 1977’teki İsrail ziyareti Sedat için bir dönüm noktasıdır. Yaptığı barışçıl adımlar sonucu dönemin yeni seçilen İsrail Başbakan’ı Begin ile Nobel Barış ödülünü paylaşır, ama iç siyasetin kaosa dönüşmesine engel olamaz. Müslüman Kardeşler desteğini keser ve yeni krizler tetiklenir.

Bu ziyaret sonrası zamanın Suriye Başkanı Hafez Asad, Sedat’ı hain ilan ederek nefret kampanyası başlatır, güdümlü gazeteleri “Siyonistlerin çizmesini yalamaya gitti” şeklinde manşetler atar. Suriye’nin Birleşmiş Milletler temsilcisi “Arap halkının arkadan haince hançerlenişi” olarak değerlendirir. Yaser Arafat gibi Filistinli liderler de aynı havadadırlar. Her nedense diktatörler, barış arayışlarını ya kendi iktidarlarına güç kattığı ölçüde destekler gibi görünür veya böyle milliyetçi ve dini sloganlarla hain damgasını yapıştırırlar. Çok geçmeden birçok ülkede Mısır büyükelçiliklerinin saldırıya uğraması artık tesadüf değildir. Çünkü Ortadoğulu ülkelerde iç politikadaki bütün olumsuzlukların üzerine sünger çekmenin tek bir yolu var: İsrail’i ve siyonizmi açık dille suçlamak veya lanetlemek. Sanki anlaşmalı gibi duran bu politika Ortadoğu’daki eski ve yeni bütün diktatörlerin hayat sibobudur!

Kuschel’e göre Enver Sedat, Yahudi ve Hıristiyanlarla diyaloğa açık bir İslam anlayışını savunur. Bu önemli gelişmelere Almanya da katkıda bulunmaya çalışır. Bu maksatla Helmut Schmidt Aralık 1977’de Mısır’ı ziyaret eder. Devlet ziyaretinde Nil Nehri’nde dini konularda yaptıkları sohbetlerin içeriğini Schmidt anılarında anlatır.

Tek Tanrılı dinlerin zuhurunda Sinai bölgesinin rolü, üç dinin ortak atası sayılan Hz. İbrahim, Mısır kökenli hanımı Hacer, oğlu İsmail, Hz. Adem’den Hz. Musa’ya kadar ortak peygamberler, Kur’an’daki İncil gibi konuları ele alırlar. Schmidt’in, daha sonra bu konuları etraflıca araştırdığını öğreniyoruz.

Enver Sedat’ın Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar için Sinai bölgesinde üç din mensuplarının hac mekanı olarak ziyaret edebilecekleri üç mabet yapılması fikrini Schmidt makul karşılar. Ancak Enver Sedat ve İsaak Rabin’in öldürülmeleriyle bu proje suya düşer. Sanki bu coğrafyada barış düşmanı habis bir ruh vardır ve ne şekilde olursa olsun barış istememektedir.

Son kısımda ise Helmut Schmidt ile Enver Sedat’ın dinlere olumlu yaklaşımları sonucu dünya dinlerinin dünya barışı siyasetinde önemli faktörler olabileceği vurgulanıyor ki, Hans Küng’ün hayata geçirdiği Dünya Ahlakı projesine de uygun bir vurgu.

Burada Prof. Kuschel’in geliştirdiği “İbrahim’in Çocukları” projesini destekleyen bakış açıları dikkat çekiyor. Din üzerinden bir okumayla dünya barışına giden bir yol arayışı da…

Muhammet Mertek

Das Bild ganz oben: © Helmut-Schmidt-Archiv, Hamburg

Letzte Aktualisierung: 6. Januar 2019
Zur Werkzeugleiste springen