Makaleler

‘Diktatörlük bittiğinde yığınlar her şeyden habersiz olduklarını söyler’

Beyaz Gül, Nazi iktidarı döneminde insanlık dışı uygulamalara karşı canları pahasına mücadele veren bir direniş grubunun adıdır. Diktatörlüğü, savaşı ve kitlesel katliamları hazmedemeyen bir avuç gencin başlattığı hareketin amacı, Almanları uyandırmaktı.

Neden Beyaz Gül? Çünkü beyaz gül, devlet terörüne karşı saflığı ve erdemi sembolize eder. Fakat bakmayın adının öyle olduğuna, ‘beyaz gül’ devlet gücüyle de koparılamadı. Hans Scholl ve kız kardeşi Sophie ile arkadaşları Christoph Probst, Alexander Schmorell, Willy Graf ve Profesör Kurt Huber’den oluşan gençler; eğitimli ve kültürlü insanların Nazilerin politikalarını vurdumduymaz biçimde benimsemelerini, körü körüne ırkçı söylemlerinin arkasına takılmalarını bir türlü kabullenemezler. Bildiri dağıtıp afiş asarak duvarlara Hitler karşıtı sloganlar yazarak korkusuzca suç rejimine karşı çıkarlar. “Yaşasın özgürlük!” veya “Kahrolsun Hitler!” haykırışlarıyla ülkelerinin aklını yitirmiş bir diktatör tarafından felakete sürüklenmesine engel olmak isterler.

18 Şubat 1943, Beyaz Gül direnişçileri için kader günüdür. O gün Sophie ve Hans Scholl kardeşler Münih Üniversitesi’nde balkondan aşağı bir yığın bildiri fırlatır. Bunu gören hademe Jakob Schmid durumu hemen Gestapo’ya ispiyonlar. İkisi de dört günlük uyduruk bir yargılamadan sonra 22 Şubat’ta giyotinle idam edilirler. Bu dehşet verici olay Alman demokrasisi için aydınlatıcı bir simge haline gelir.

Münih Üniversitesi’nde dağıtılan bildiri net ifadeler, uzlaşmaz bir dil ve büyük bir cesaretle yazılmıştır. Duygu dolu ve hâlâ geçerliliğini koruyan bir manifesto niteliğindedir: “Bir parti komitesinin en aşağılık güç içgüdüsüne Alman gençliğinin arta kalanını feda mı edeceğiz? Asla! (…) 

Özgürlük ve onur! On iki yıl boyunca Hitler rejimi güç kullanarak bu önemli iki kavramın tam tersini yaptı. Nazilerin Almanya ve Avrupa’da neleri tahrip edip arkada nasıl yıkıntılar bıraktığını, o felaket ve zulüm günlerini yaşayıp bin bir zorluğa katlanarak hayatta kalanların hafızalarda tutması gerekiyordu. Düşünce hürriyeti, geleneksel ahlaki değerler ve toplumsal hoşgörü gibi yenilikler toplumun kucağına gökten düşmez. ‘Beyaz Gül’ün o zaman yaptıklarını anma ve hatırlamanın tesiri ancak uzun süre sonra görülebilir. Bu kadar açık vahşet ve canavarlıklarıyla Nazi rejimi gerçekten bütün Almanların gözünü açıp açmadığı tartışılır.

Sophie’den geriye infaza götürülmeden önce söylediği şu sözleri kalır: “Ne kadar güzel, güneşli bir gün ve ben gitmek zorundayım. Fakat bu günlerde cephelerde ne kadar insan ölmek zorunda, daha ne kadar genç ve umut dolu hayat… Binlerce insan bizim sayemizde uyanır ve harekete geçerse, benim ölümüm niçin bir sorun olsun ki!”

 

Alexander Richter’in anlattıkları

Sophie Scholl’ü anma gününde okul adına konuşmacı olarak yazar Alexander Richter’i davet ettim. Richter, Doğu Almanya’da 1985’e kadar aynı şartlarda yaşayan bir kişiliktir. Yayınlanmayan bir romanı sebebiyle altı yıla mahkûm olur. Romanda, kendi ifadesiyle; “Zulüm Devleti” SED’in hemen bütün yönlerini gerçeğe uygun şekilde tek tek anlatır. Richter, şanslı mahkûmlardan sayılır. Çünkü iki buçuk yıl yattıktan sonra Batı Almanya tarafından insani bir gerekçeyle ödenen fidye sayesinde ülkesini terk eder. Ve Doğu Almanya’ya 100 bin DM döviz kazandırır.

Okuldaki programdan sonra evimize teşrif eden Alexander Richter ile hem kahvelerimizi yudumladık hem de sohbet ettik. Ona önemli gördüğüm birkaç soru sordum. Güngörmüş bir ses tonuyla söyledikleri günümüze de ışık tutuyordu.                             

O kadar tecrübe yaşadınız. Otokratik bir yönetimin özellikleri nedir?
Düşünceyi serbestçe ifade etmenin ve sivil derneklerin yasak olması, seyahat özgürlüğünün olmaması, serbestçe gazetecilik yapılmaması, iş yerini seçememek, devletin ideolojisini işleyen eğitim sistemi, evlerin ve işyerlerinin sürekli denetime açık olması. Muhalif partileri sadece vitrinde tutan tek parti sistemi… Ülkenin militarize edilmesi, sokaklarda korkutan polis ve asker varlığı ve eli her tarafa uzanan bir istihbarat. Bir de hükümetin %99,99 kazandığını söyledikleri küstahça seçim yalanları.

O dönemde gazetecilerin ve aydınların durumu nasıldı?
Fikirleri ufak bir çevrede bile dile getirmek riskliydi. Devletin tahrik edilmesi, dışlanması, ona iftira atmak ceza hukuku özel maddelerine öyle yerleştirilmiş ki istenmeyen ifadeler kullanan birine hangi cezanın verileceği tespit edilmiş. Buna göre herkes rahatlıkla; düşman güçler ile işbirliği yapmakla veya ajan olmakla suçlanabiliyordu.

Peki, toplum böyle bir diktatörlüğü niçin kabullendi?
İnsanlar korkuyorlardı. Diktatörlükten kurtulabilecek bir çıkış yolu bulamadılar. Doğu Almanya bir polis devletiydi. Bir de böyle ufak bir ülkeye bir milyon Sovyet askeri yerleşmişti. Gorbaçov’un 1989 sonbaharında göstericileri bastırma emri vermemesi büyük bir şanstı. O zamanlar bütün cesaret ve değişim taleplerine rağmen tank ve silah kullanılması korkusu da hâkimdi. Haziran 1953’teki isyan bu şekilde kanlı biçimde bastırılmıştı. Fakat her şeye rağmen savaş bitiminden ve Stalin diktatörlüğünün başlamasından beri özgürlük ve demokrasi için bireysel veya ufak gruplar halinde mücadele veren birçok direnişçi vardı. Ve bunların hepsi kendilerini bekleyen ağır cezaların farkındaydı.

Toplum neticede nasıl bir bedel ödemek zorunda kaldı?
Toplumdaki çoğunluk büyük bir özlemle Batı’yı seyrediyordu. İnsanlarda mutsuzluk hâkimdi, Doğu Almanya’daki tüketim imkânları kıttı. Yurt dışına seyahat edilemiyordu. Hükümetin başından sonuna her şeyde yalan söylediğini de biliyorlardı. Ordu ve istihbarat noktasından bakınca demokratik bir dönüşümün ne zaman gerçekleşebileceği kestirilemiyordu. Ekonomik olarak Doğu Almanya diğer doğu bloku ülkelerine nazaran daha güçlüydü ama Batı’ya yaklaştıkça zayıf kalıyordu. Konut sektöründe ve önemli tüketim maddelerinde ciddi eksiklikler ve yolsuzluk hâkimdi. Ustalar ve ufak ölçekli esnaflar kendilerini çok ağırdan satıyorlardı; hizmet alabilmek için arkalarından koşmak ve rüşvet vermek gerekiyordu. Buna uygun olarak da iş yapanların iş ahlakı çok düşük, genel atmosfer çok kötü, insanların kendini devletle özdeşleştirmesi de hemen hemen sıfırdı. Doğu Almanya’da gerçekten özgürce seçimler yapılsaydı, Ulbricht ve daha sonra Honecker yönetimindeki rejim kesinlikle iki rakamlı bir sonuç alamazdı.

Ya toplum vicdanının durumu?
Yığınların vicdanı diktatörlüklerde genellikle ikinci plandadır. Devletin uyguladığı şiddeti göstermek ve bütün halkın onurunu kurtarmak için sıklıkla ve haklı olarak fertler kendilerini feda ederler. Nazi dönemi için ‘Beyaz Gül’ hareketi üzerine konuştuk. Sosyalizm zamanında ise Jan Palach veya Oskar Brüsewitz isimli kişilerin kendilerini yakarak toplumu sarstıklarını biliyoruz. Diğer yandan değişik toplumlarda kitle hareketleri için sembol olan kurbanlar da var. Litvanya’da 1990’daki kitle gösterilerinde, bir kız çocuğunu Sovyet tankı ezmişti. Hastanede şu sözleri söyleyerek vefat etmişti: “Yaşayacak mıyım?”

Bu söz, o kadar sarsıcıydı ki acımasız Sovyetler bile irkildiler. Öğrenci Benno Ohnesorg’un ölümünün de Federal Almanya’da başlayan isyanda nasıl etkili olduğunu biliyoruz. Diktatörlük bittiğinde yığınlar ya her şeyden habersiz olduklarını söyler veya yapılan zulümlere o zamanlar engel olunamayacağını iddia ederek savunmaya geçerler. Bu sebeple demokratik ülkelerde muhtemel şiddet ve ırkçılık üzerine açıkça tartışılabilmesini faydalı buluyorum.

Doğu Almanya yönetimi bu açık direniş karşısında nasıl davrandı?
Yönetim, ideolojisini herkesin kayıtsız şartsız inanması gereken zorunlu bir dinmiş gibi dayattı. Buna uymayanlar ise zorla hizaya getirildi. Hafif ve çok sert cezalar vardı. Aklını kullananlar, cezasını çektikten sonra bağışlanabiliyor ve toplumda kendine uygun bir yer bulabiliyordu. Kontrol ve denetim sistemi bir ağdı ve insanları sürekli gözetim altında tutuyordu. Bu ağdan kurtulmanın yolu yoktu. Her insanın üç dosyası vardı: Yerel dosya, polis dosyası ve tabi Stasi (Devlet Güvenlik) dosyası. Doğu Almanya’da çalışma zorunluluğu olduğundan her vatandaşın bir işyeri bulması gerekiyordu ki orada da sürekli gözetlenmek, yönlendirilmek ve hatta cezalandırılmak mümkündü. Sınırdan kaçmanın zor olduğunu ise herkes biliyordu. Daha Şubat 1989’da Chris Gueffroy isimli bir genç, Berlin Duvarı’nda teslim olmasına rağmen arkadan vurularak öldürüldü. Çünkü bir defa deneyen fırsatını bulunca yeniden deneyebilirdi.

Özgürlük ve demokrasi kendiliğinden gelişen değerler değil. Genellikle unutuluyor bu prensip. İnsanın bunlara değer vermeyi öğrenmesi ve bunları savunması gerekiyor. Bunun için canını vermesi ve geleceğini tehlikeye atması da gerekmiyor. Ama ne görmezden gelmeli ne de susmalı. Sıklıkla söylendiği gibi şunu da hatırlatalım: Geçmişe dürüstçe bakmadan sağlıklı bir gelecek kuramayız.

Muhammet Mertek

Letzte Aktualisierung: 30. Juli 2021
Zur Werkzeugleiste springen